Herkesin malumu değil mi, sekülerleşen dünyanın ferdi önce birey ve daha sonra da herhangi biri gibi görme çabası. Cemiyetler, topluluklar, gruplar, aşiretler, kabileler, klanlar idik uzun yıllar. Ben yok biz vardı çok önceleri, ana lügatimizde. Ödümüz kopardı, bir parçası olduğumuz gruptan gayrı düşer, kalırız diye. Ait olduğumuz cemiyete yan bakmak, yan çizmek, yan koymak ne aklımızdan geçerdi ne de rüyalarımıza girerdi. Velhasıl, mutluyduk biz keza sürüyle takılmak ve sürünün o manevî sıcaklığına müstahak olmak güven vericiydi.

Kalabalık olmanın verdiği avantajlar yok değildi hani. Evvelâ güvenlik ile ilgili endişelerimiz felaha erer; aniden gelecek tehlikelere karşın tek olmadığımızı bilmek, rahatlatır ve uyuştururdu. Daha sonra, gelecekten umut duymak için nedenlerimiz vardı: Kabile içinde bir baltaya sap olmanın verdiği vicdanî bir görev bilinci, geleceğimiz hakkında bir teminattı bize. Aşiretin bir parçası olmak; yuva kurmak zorunluluğunu tetikler, bir ödevcesine yuvalaşmak yani evlenmek gerekirdi. Hem zaten güvenliğin mevcut ve geleceğin teminat altında olduğu bir ortamda yeni nesillere vesile olmak belki de en beklenen eylemdi.

İnsanlık mazisine hızlı mı hızlı bir göz atacak olursak önceleri herkesin "tek tabanca" deyimiyle anlatılan bir hâlde yasadığını görmek mümkündür. Doğal afetler ve vahşi hayatın getirileri, birincil ihtiyaçların ulaşımını zora sokar. İnsan, tek başına altından kalkamayacağı sorunlara çözüm bulmak için kişiler arasındaki bağı ve iletişimi kuvvetlendirecek formülü keşfeder, yani dili. Dil, tek tek tüm insanları bir araya getiren ilk unsur olur. Bu kutlu keşiften sonra insanlık tarihi, çok ama çok uzun süre topluluklar arasında eriyik bir hâlde ve sarhoşluk vaziyetine mahkum yaşaya gelir. Demek ki dil, mıknastıscasına birbirinden uzaklaşmışları bir araya getiren baskın güç görevini üstlenmiştir.

İnsanın yalnızlığına merhem olan dil, bir araya getirdiği insanları zamanla birbirine muhtaç kıldı. Hani şu çok meşhur kurbağa deneyi var ya, ılık bir kazana atılan kurbağanın keyfi hayli yerindeyken usul usul artan su sıcaklığını algılayamazlığı neticesinde kaynayıp telef olması hâdisesi gibi insan da çok uzun zaman sonra gruba bağlı, gruba dâhil olmaya alışa alışa herhangi biri oldu. İyi mi oldu kötü mü oldu bilinmez lâkin birey, grup içinde kaybolurken özünden neler kaybetti, bu bilançonun irdelenmesi eminim zihinlere aydınlık getirecektir.

Birlik olma ruhu öyle çok işlemişti ki zihnimize "elalem ne der acaba" diye bir vicdanî kalkan vücuda getirmeden edemedik. Sonra "Sürüden ayrılanı kurt kapar." atasözünü bir anlamda "10 Kutsal Emir" arasında bir yere koyarak kendi yoluna gitmeye karar verenleri korkutmayı arzuladık. İşte öyle çok bağlıydık; gruba, topluluğa, kabileye, aşirete... Peki ya hiç düşündük mü; sürü bir uçuruma mı gidiyor, çoban aklı başında biri mi, kurdu en son kim gördü, çalan kavalın ritminde bir gariplik yok mu, sürüdekiler meczup mu yoksa aklı selim mi? Bu sorular herkesin zihninde bir tur atı koysun âciz olan ben, en mühim soruyu soruvereyim: Sürüden ayrılanı kurt kapıyor da her koyun niçin kendi bacağından asılıyor? Yoksa tüm bunlar bir çoban yalanı mı, bilinmez.