Henüz var olduğunu, evrende biraz olsun yer kapladığını hisseden bir çocuk, çevresi ile sonsuz etkileşim içinde buluverir kendini. Örneğini kendinde değil de daima kendisi dışındaki bir çevrede arayan bir çocuk düşünün bir de güçlü surlardan ve çetin burçlardan yoksun bir kale. Şüphe yok ki her ikisi de korunmasız ama çok kıymetli varlıklar değil mi?
Bir atanın vesilesi ve bir ananın eli ile dünyaya geldik. Doğmak ya da var olmak yetmedi, benlik sahibi olmak adına. Bir sanat isek eğer ne sadece gen ne de çevre faktörü tek başına bizi var etti. Anne karnındaki süreçte ve doğumdan ölüme dek genlerdi, bizi etkisi altına alan. Bu uzun sürece, çevre faktörü de kendi bildiği şekilde katkıda bulunarak bizim mayamız, özümüz, kaynağımız oldu. Yani, gen ve çevre el ele vererek bize ait olan ne varsa söz sahibi olmayı bildi. Aslına bakılırsa çevre faktörü; hak ettiği değeri görmüyor, yetişme sürecimizde. Yazı vesilesi ile bu duruma temas edecek ve “Çevre deyip geçme!” ihtarının önemine bir bir temas edeceğiz.
Bizler, çok farklı şekillerde öğrenme eylemini gerçekleştiriyoruz; kimi zaman koşullanma yoluyla kimi zaman da sistematik olarak davranış geliştirerek ya da çevremizi taklit ederek… Teferruata girmekten imtina edecek ama bizi ilgilendiren “sosyal öğrenme” kuramına da biraz olsun değineceğiz. Kısaca tanımlarsak, başka insanları gözlemleyen ve hemen akabinde ya da bir süre sonra gözlemlenen durumu taklit eden bir birey, sosyal öğrenme yolunu kullanıyor, demektir.
Peki, ya sosyal öğrenme kuramı, sadece insan-insan ya da insan-toplum arasında cereyan eden bir etkileşim midir? Bu soruya hem evet hem de hayır demek mümkün keza Hz Âdem’in iki oğlunu konu alan kıssayı çoğumuz bilir. Anımsamayanlar için kısacık özetleyelim: Habil ile Kabil arasında bir anlaşmazlık peyda olur ve nefsine hâkim olamayan Kabil kardeşini başından yaralayarak öldürür. Hemen akabinde Kabil, ilginç bir manzaraya şahit olur: Gökten bir kuş gelir ve daha evvel ölmüş bir kuşu, ayakları ile eşelediği toprakta açtığı çukura gömer. Bu olayın üstüne Kabil de kardeşi Habil’i toprağa gömmeyi akıl eder ve uzun yıllar sürecek bir kültüre ön ayak olmuş olur. Peki, burada bir sosyal öğrenme var mıdır? Bir öğrenme vardır ama bunu sosyal öğrenme içine dâhil edemeyiz. Aslına bakılırsa ölülerin toprağa gömülmesi eylemi, Kabil’den sonra bir sosyal öğrenme eylemi olmuştur. Demek ki sosyal öğrenme, insanın olduğu ve insandan ötürü olan her eylemde vardır.
Gelelim, çevre faktörünün birey üzerindeki izlerine. Uzun yıllar evli olarak yaşayan çiftlerin pek çok yönden birbirine benzediği bilinir. Yabancı olduğu bir kültüre dâhil olan Türk’ün hal ve hareketlerinde geçici değişiklikler olacağı muhakkaktır. Bunun gibi nice örnek, bize çevre ile etkileşim neticesinde bireyin fayda ya da hasar alacağının kaçınılmaz olduğunu ispatlar. Peki, insan üzerindeki çevre faktörünü atalar sözünde bulmak mümkün müdür?
Evlilik gerçeği mevzu bahis olduğu zaman, erkek ortamında dillendirilen yegâne bir söz vardır. Evet, akla gelen o söz, “Anasına bak kızını al.” olacaktı. Burada vurgulanan anne bir benzetmedir keza bu oğlan için pekâlâ baba olacaktır. Yakın dost demişken arkadaş çevresi bozuk olanları uyarmak için “Üzüm üzüme bak baka kararır.” ihtarını duymayan yoktur herhalde. Bu söz falan kişiyi adam eder mi bilmem ama ”Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” sözünün gurura dokunur yanı yok değil hani. İş çevrelerinin motivasyon konuşmalarında bir söz var ki, benim favorimdir: “En sık görüştüğün beş kişinin ortalamasısın.” Sözün özü, çevre deyip geçme..!