Merhum Oktay Sinanoğlu’nun çok sevdiğim bir sözü var, Türk’ü tanımladığı: “Türk, bürküt kuşu(kartal) gibidir, bir kanadı akıl diğer kanadı ruh olan.” Sözün hakikati bir yana ne sadece Türk ne de sadece o, bu, şu için önemlidir ruh. Semavi ya da değil, fark etmeksizin pek çok dinde ruha olan itimat yeterince fazladır. Bu husustan feyiz alarak Türklerin ata dini olan Gök Tanrı dininde ruh inancı ne şekilde tasvir ediliyordu merak ediyor musunuz?
Bir “can” vardır bir de “ruh” ve bu ikisi arasındaki fark siyah ile beyaz arasındaki fark kadar nettir. Birbirini sevenler arasında “canım” diyen de vardır ama bir tık daha ileri gidip “ruhum” diyen de. Peki, ya müzik ruhun gıdası ise fazlası da zarar mıdır? Hele canı sıkılanın çektiği ızdırap ile ruhu bunalanın çektiği ızdırabı siz düşüne koyun…
Ruhun bilimsel bir dayanağı yok ve olamaz da. Yani, ruhu bilimsel bir dayanağa zorla oturtmaya kalkmak, mantık çerçevesinde ruha zeval verir. Niçin..? Cevabı çok kesin bir şekilde ifade etmek gerekirse, ruh adını verdiğimiz kavram doğaüstü ya da metafizik bir unsurdur. Bunu bu şekilde görmek hatta ona bu nazarla eğilmek gerekir keza ancak o zaman onun varlığına inanmayanlar karşısında inananların eli daha kuvvetli olacaktır. Ruh, beş duyu organı ile algılanamaz, ona inanmak hatta iman etmek gerekir ki ancak o vakit ruhu hayatımızın önemli noktalarına yedirebilelim. Son olarak bilimsel bir deneye temas etmek istiyorum. 1907 yılında bir doktor, ölüm döşeğindeki hastalar üzerinde bir deney yapar. Dr. Duncan MacDougall, hastaları ölmeden önce, ölüm sırasında ve ölüm gerçekleştikten sonra tartmak suretiyle bir rakama ulaşır. Bulgular, doktora 21 gramı işaret eder. İddiaya göre insanoğlu, son nefesini de verdikten sonra 21 gram kaybediyor ve kaybın “ruh” olacağı ileri sürülüyor. İnanmak isteyen inanır keza…
Evet, şimdi Gök Tanrı dinine gönül verenlerin ruh hakkındaki inançlarına temas etme zamanı… Bu konuyu hakkıyla irdelerken Ziya Gökalp’in “Türk Töresi” adlı eserinden feyiz almak durumda kalacağız. Öyleyse bir kavram yanılgısını düzelterek başlayalım. Tin kelimesi dilimizde ruha tekabül etse de eski Türkçede tin, can kelimesinin karşılığı idi. Yani tin, can ya da “nefes” manasını karşılardı. Şimdi, devam edelim. Ruh, Türkler için 3 katmanlı bir yapı ile somutlanmıştı. Bunlar; eş, sor, kut idi. Birincisi eş, canlı ya da cansız tüm varlıkta; ikincisi sor(çor), havayı teneffüs eden varlıklarda ve kut, yalnızca insan ve atta bulunurdu. Bunları üç katmanlı soğana benzetmek pekâlâ mümkün ise eş, soru(çoru) ve kutu; sor(çor) ise kutu kapsar. Eş kelimesinin yoldaş ve arkadaş hatta kardeş kelimelerine dayanak olduğunu söylemeye bile gerek yok, değil mi?
Gök Tanrı dininde gördüğümüz bu ruh inancı, bir miktar hayalî ya da mitolojik gelebilir. Her ne olursa olsun, uçsuz bucaksız bir coğrafyada ve tenhalığın cirit attığı zor şartlarda ruhun kabule şayan olması ve hatta üçlü bir katman ile temsil edilmesi çok ama çok manidar hatta gurur verici bir durum. Her şey bir yana kut adlı ruhun sadece insan ve ata mahsus oluşu, bir Türk için çok daha yürek okşayıcı olsa gerek, diye düşünüyorum. Keza Kaşgarlı Mahmut’un deyimiyle “At, Türk’ün kanadı.” olduğu içindir ki kut(sal) bir hayvan olmak şerefi Türk nazarında ata atfedilmiştir.