Hitabet, Sanata Düşman! -Murat Can Altılar-

Sanat, dendiği vakit akla nice şahsiyetler geldiği gibi hitabet dendiği an da ne çok tarihi hâtibe örnek sayılır, bilinmez. Hem sanat ehli hem de hitabet ehli yok değildir, elbette. Mozart, ne tutkulu bir müzisyense Hitler de o derece coşkulu bir hâtip idi. Öyleyse, Adolf Hitler’den ötürü mü hitabet, sanata düşman? Asla!.. Peki, ya niçin hitabet, sanata düşman?
Edebiyatseverlerin ve bilakis şiire müptela olanların mutlaka adını işittiği bir zat var; adı, Cemal Süreya. Magazini edebiyat camiası ile harman eylemekten haz alanların da çok iyi tanıdığı bu zat, şair olmasına karşın fazlası ile yetkin bir yazardı da ayrıca. Sadece kuru bir teşbih ile yazardı demek, elbette onu tasvir etmek için kâfi olmayacaktır. Taze zihinleri yepyeni ufuklara intikal ettirecek denli güçlü bir üslupla deneme kaleme almışlığı da vardı, tenkit ettiği fertleri kollayıp kucaklayacak denli şefkatli bir tarzla eleştiri yazmışlığı da. Velhasıl, öyle magazin yazarlarının değil de edebiyat camiasının fevkalade faydalanması gereken bir zat idi.
Cemal Süreya, sadık Türk okuyucusuna nice türlü eser bırakmasına karşın bir denemesi var ki, onunla biraz meşgul olacak ve akabinde hitabetin sanata olan düşmanlığına dair kendi naçizane fikrimizi zikredeceğiz. Mevzu bahis denemim adı, “Folklor Şiire Düşman.” Neyden bahsediyor, neyi iddia ediyor Süreya, bahsi geçen yazısında? Kısaca, zatın şefkat dolu tenkidine müstahak olan konu şu: Cumhuriyet, yeni bir vatan hudutları bahşettiği gibi Türk’e aynı zamanda yeni bir şiir sınırları da mal etti denebilir: Yeni kalıplar, yeni türler, yeni düşünüşler, yeni öncelikler ve yeni kırmızı çizgiler… Süreya, bu hakikatin bilincinde olan az sayıdaki edebiyat ustasından biridir ve bu farkındalığını edebiyat tarihine mal eder. Folklar yani halk deyişleri, yerinden oynamaz ve birbirinden ayrılmaz birer beton bloklarıdır, Süreya için keza bundan ötürü yeni şiire dahili manasız ve yersizdir. Buna inanıyor Süreya ve aynen şöyle diyor bahsi geçen mevzu adına: “Halk deyimlerinin havası, şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dardır.”
Hitabet, aslen kulağa hoş gelen, ruha ışık tutan, gönle huşu veren bir dil ile muamele görmektir. Madem, hitabet böyle olumlu, güzel, zararsız bir şeydir, ne diye sanat gibi ilahi, mucizevi, insani bir olguya düşmanlık etsin? Pekâlâ, mantığa aykırı bir vaziyetin peyda olduğunun bilincindeyim fakat bir iki sabır ve birkaç tutam ilgiyle sonuca göz açıp kapanıncaya dek varacağımızı taahhüt ederim. Evet, bir iki damla sabır ve birkaç tutam ilgi…
Sanat, kimi zaman içeriden ve yer yer de dışarıdan duyumsanan herhangi bir duyusal arzunun öyle ya da böyle yol, yordam, düstur fark etmeksizin dışa yahut içe vurumu değil de nedir? Bu demek oluyor ki; sanat, bir manzarayı resmetmek olduğu gibi zikretmektir de ayrıca lakin içten içe usulca… Hitabet peki, salt konuşmak değil de nedir? O ya da bu şekilde birilerine hitap etmektir, her halükârda. Hani buradaki düşmanlık.?
“Çünkü (…)” diyor Ermiş kitabının yazarı Halil Cibran, “(…) düşünce, sonsuzluğun bir kuşudur ki sözcüklerin hapsettiği bir kafeste çoğunlukla kanatlarını açar da uçamaz bir türlü.” Velhasıl, içerilerde peyda olan bir duyumun