Başlıktaki itham, hayli iddialı oldu değil mi? Lafa bak, “İran” demek yasakmış mış mış… Pekâlâ, ama niçin? Şöyle ki, tarihin cilvesi odur ya Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer devletlerle ilişkisi incelenirken hep aynı tabir kullanılır: Mesela, Osmanlı-Bizans İlişkileri, Osmanlı-Rus İlişkileri vs. vs. vs… E, ne var bunda? Bu örneklerde pek bir şey yok belki(!) ama “Osmanlı-İran İlişkileri” tabirini kullanacak olursanız, “Hop! Hayırdır, birader?” ihtarında bulunmak durumda kalır ve “İran demek yasak, bilmiyor musun?” diye de sorarım. İyi ama niçin?

İran’a kinim mi var, yani. Ayar mı oluyorum Farslara, belki… Kelimenin mevcut halinden ziyade beni ve aklıselim nice tarih üstadını rahatsız eden mühim hal şu: Osmanlı İmparatorluğu, var olageldiği süre boyunca ne Farslarla diplomatik ilişkiye girdi ne de İran’la. Hakikat şudur ki, şimdiki İran coğrafyasında Farslar yaşadı lakin Osmanlı İmparatorluğu ile ikili ilişkilere giren devletler ne Farsların idi ne de onların kuzenlerinin. İran, İran olmadan evvel nice Türk beyleri o coğrafyayı yurt bildi de devlet kurdu, bilmeyen yoktur herhalde. Hadi, gelin bir tarihi Türk geçidine şahit olalım.

İran coğrafyasında Sasani egemenliğini, alaşağı eden Emeviler oldu. Onları Abbasiler takip etti ve İslam, İran coğrafyasında baki olacakmışçasına egemenlik ilan etti. Kısa süreliğine Horasan valisi Tahir, bağımsızlığını ilan etti. Bu cesaret göstergesi, fazla sürmedi ve akabinde kutlu yabgu Gazneli Mahmut, mevzu bahis coğrafyanın sahibi oldu. Gazneliler, zamanın cilvesine boyun eğmek zorunda kaldı ve nice Oğuz’un gururunu okşayan Selçuklular, İran coğrafyasına hâkim oldu. Bunun akabinde Harzemşahlar ve ardından Cengiz Han, bahsi geçen coğrafyanın tapusuna mühürlerini birer birer vurdu. Evet, artık uzun zamandır beklenen Osmanlı’nın mübarek ayak sesleri, bu devirde alttan alta duyulur oldu. Yine akış halinde irdelediğimiz süreç içerisinde Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerinin de birer Oğuz kökenli olduğunu, ayrıca İran coğrafyasına az ya da çok hâkim kaldığını belirtmeden geçmeyelim. Konuştuğumuz coğrafyanın “Sahipkıran” lakaplı Timur’un eline geçmesinden sonradır ki Osmanlı İmparatorluğu ve İran coğrafyası ciddi anlamda sürtüşür oldu. Yavaş yavaş anlaşılıyor değil mi, İran demek niçin yasak?

Yavuz lakaplı I. Selim ve 1501 yılında peyda olan Safevi Devleti’nin ulu hükümdarı Şah İsmail arasında karşılıklı hamleleşmeler, yerini Çaldıran Savaşı’na bıraktı ve akabinde yenilen Safavi Devleti, öyle ya da böyle varlık mücadelesi verdi ama 1736’da yıkıldı. Oğuz boyuna mensup olan Safevilerden hemen sonra bahsi geçen coğrafyaya yine aynı şekilde Oğuz asıllı Avşar Hanedanı çadır açtı. Kısa süren hâkimiyetin peşinden 1794’te silsile devam etti ve yine Oğuz asıllı olan Kaçar Hanedanı, İran coğrafyasının mirasına devraldı. Uzun yıllar bu coğrafyaya Türk kimliği ile muamele eden Kaçarlar, yönetimi 1925 yılında İngiliz destekli Rıza Şah Pehlevi’ye bıraktı. İşte, çok ama çok uzun yıllar İran coğrafyası üzerindeki Türk’ün esenlik dolu eli…

Bu sıkıcı ve bir o kadar da gereksiz(!) tarihi bilgi hücumundan sonra şimdi ne olacak? Aslına bakılırsa farkındalık oluşturmak gayretinden başka pek bir şey olmayacak ama söylemeden edemeyeceğim bir Cemil Meriç sözüne dillendireceğim: “Hakikat, kaderin imzasız mektubudur.” Velhasıl, ne demiştik, “İran demek yasak!”