Bir eylemin fedaileri olabilmek cesareti: Konuşmak, konuşturmak, konuşulmak. İnsanı insan yapan dört temel beceri listesi herkese göre değişecektir. Şahsım için; dinlemek, konuşmak, okumak ve yazmak denen ulu meziyetlerdir bizi biz yapan. Öyleyse bugün ‘’kendimiz olmak’’ hakkında konuşalım isterim. Bunu yaparken de bir zorlukla cenk edeceğimin farkındayım: Kelimelerin kâğıttan kayıklarına binecek, düşüncelerim ve size ulaşabilecek mi hiç bilemeyeceğim. Düşüncelerimin yükünü taşımakla mükellef olmalarından dolayı kelimelerin acizliği ile sınanmak, bu benim kaderim. ‘’Ne var ki, konuşurken katledersiniz düşüncelerinizi yarı yarıya (…)’’ diyor Halil Cibran ve şöyle izah ediyor benim de yaramı deşercesine, ‘’(…) Çünkü düşünce sonsuzluğun bir kuşudur ki kelimelerin hapsolduğu kafeste çoğunlukla kanatlarını açar da uçamaz bir türlü.’’

Bir kozmo insanoğlu, bir "her şey" sanki... Bizi biz yapan nedir sorusuna kafa patlatmanın acizliğiyle mükellefiz. Yorgunuz yıllar yılı; zihnen yorgun ve bedenen baygın. Sorup soruşturmalar, sorgulayıp irdelemelerin verdiği baş ağrısı bir yana kafa karışıklığımız yahut bir zihin dağınıklığımız da yok değil hani. Bizi biz yapan şeyler, şeycikler, şeyimsiler peşindeyiz yeni yetme bir filozof edasıyla.

Bir esrar üzere tüm yaratılmışların reisi olmak... Bir bekçi, belki de bir çoban yahut bir çoban köpeği misâli hâlimiz: Tüm âleme göz kulak olması bekleneniz. Melekler nâmına üstün olmak şerefine nâil iken niçin esfel-i safiline varacak bir alın yazısına müstahaklık? Denilen odur ki tüm âlemin alın yazısı olanmışız biz ve hatta biz insanlar, birer küçük âlemmişiz. Bizler içimizdeki kudrete iştirak edip onu salacak olsak, devri zamanda cennetten bir köşe olurmuş memleketimiz. Meğer neymişiz böyle biz..?

Birkaç kilo et ve birçok irili ufaklı kemikten ibaret sanmak bizi, ne derece büyük bir gafillik emaresi. Elbette hisler, duygular, dürtüler ile de bizi biz yapan detaylara sahibiz. Daha doğmadan evvel miras aldığımız bir mizaç ve çocukluk yıllarında şekil alan bir karakter bütünü ile zamanla huylanıp huysuzlaşmalar üçgeninin ortasında bir yerdeyiz. Lakin bir "şeyim"si var ki musallat olmuş, yuvalanmış bizi biz yapan o üçgenin tam ortasına. Adına "nefis" yani "kendi" diyerek onu ifşa etmişiz, onunla barışa yanaşmamakta ısrar etmenin azametiyle.

Anadan doğma tertemiz bir iman üzere gözlerimizi açmanın verdiği bir huzur... Belki de bir gönül rahatlığı, elalemin kirine şahit olduktan sonra. Sayfaları ak bir defterle başlamak dünya imtihanına... Bedbaht olmasaydık hâlbuki kendimiz ne isek o şekilde yaşamımızı idâme ettirmek keyfiyeti, bize ait olurdu: Kendimiz olarak eylemde bulunur ve kendimizden ötürü eylemsizlikle sınanırdık. Belli bir yaş olgunluğu neticesinde ve "kendi" zamiri bize emanet edilir edilmez fabrika ayarlarımızla oynar olduk. Çoğu zaman ele güne teslim ettik mahremimiz olan bizi, bizi biz yapan masumiyetimizi. Ne zaman ki ayarsızlık baş gösterdi bizde, tanıyamaz olduk özümüzü ve işte o vakit "kendi" nâmını almış zamirimiz oldu "onlar" gibi.