hayatı son birkaç on yıl içinde hallaç pamuğu gibi savurduk. her şey tepetaklak oldu, yerleşik tanımlar, bin yıllara varan anlam bağlamından koptu. hız çağı sadece başımızı döndürmedi, gönül iklimimizin mevsimlerini de değiştirdi. küresel ısınma, iklim değişikliği denen her ne ise, insanda başlayan ve yine insanda biten bir günah-bedel çarkını devreye soktu. ama biz yine görüntü üzerinde takılıp kaldık. hava durumunu, nereye ne kadar yağmur yağdığını, barajların doluluğunu, buzulların erimesini neredeyse saatlik takip ediyoruz. korkumuz eşyanın hakikatinde ve insanın tabiatında yol açacağı önlenemez değişikliklerden çok; mevcut konforumuzdan götürecekleri üzerine. çünkü artık kimse hiçbir şey için rahatından ve elinde olandan vazgeçmek niyetinde değil. tüm odaklanmamız eşyanın formu(kabuğu) üzerinde takıldı kaldı.

oysa, insandan başlayan insan macerası, yine insanda devam eder. dünyada her ne oluyorsa; bizde bir şey olduğu için yahut artık şimdiye kadar olagelenden vaz geçtiğimiz için oluyor. az su tüketmek, karbon salınımını azaltmak, kimyasalları doğaya salmak belki bir yere kadar bozulmayı yavaşlatır; ancak insanı bu denli vahşi saldırganlığa iten şey, çamaşır suyunun zihnimizi bulandırması değil elbette. gönül mülkünde oluyor ne oluyorsa. âdem cennetten kovuldu, sonra insan kendini gönül âleminden kovdu. sonunda gönül ile dil arasındaki bağ bozuldu. hem de bunu bile isteye yaptı. yarışlarda köpeklerin önünden koşturulan tavşana göz dikmesi gibi önümüze konan “haz” peşinden çılgınca ve yırtınırcasına koşuyoruz. Kimsenin ”durup iyi şeyler üzerine kafa yorması, ey insan bu koşu nereye demesi?” bilinci ve bilgisi de kalmadı. çünkü girdiğimiz yol dönüşü yok etmek şartıyla bizi üzerinde yürütüyor. yolun bedeli insanın anka kuşu gibi acıktıkça etini/benliğini kesip kesip azık olarak yemesi üzerinden kendini inşa ediyor. artık nesiller arası bir çatışmadan bahsetmekten öte insanın bizzat kendi zamanı ve niçinliği üzerinden konuyu ele almak gerek. “niçin?” sorusu her şeyin nerede olması gerekiyorsa oraya konması muhtemelliğini bize sunuyor. her eylemin, her oluşumun, her eşyanın(yaratılanın) önüne niçin? sorusunu getirdiğimizde, kendi anlamına, evrenine, kovulmuşluğundan ülkesine bir yürüyüş başlayacaktır. tekâmül bir ihtimal yeniden ritmini bulacaktır.

yağmur ile toprak arasındaki ilişkiyi düzenleyen şey, yağmur ile insan arasındaki ilişiklikte saklıdır. “iyi ki bilmiyor kalabalıklar, yağmura bakmayı cam arkasından” diyen şair ilk başta bize yağmuru tek başına sahiplenme, yağmura bakmak ayrıcalığını elinde tutma, kendini kalabalıktan ayrı tutma gibi hisleri hatırlatsa da, söylenen aslında şu; “yağmura cam arkasından baktığımız için, yağmur ritmini kaybetti, gücünü yitirdi, bizden elini çekti.” yağmura hükmetmek ile yağmur duası arasındaki kopmaz bağ, insanın elindeki belki de son “imkân ve ihtimaldir”. bu da ancak yağmurla birlikte yürümekle mümkündür.

bir şeyin kıymeti, çabası nispetindedir. armudun ağız içinde pişirildiği bir çağda elbette her şey vazgeçilebilirdir. yahut hiçbir şey “çabayı, koşmayı, emek vermeyi” gerektirmez. en fazla armut olmazsa, elma yeriz. ve öyle ya da böyle karnımız doymuş olur.

bir delinin sevdiği ile aynı odaya konduğunda bayılmasını anlamlı bulmadığımız sürece, yağmuru da, toprağı da, ırmağı da anlayamayacağız.

insan haddini aşacak oranda zeki bu sebeple insan “deli olma hakkından” her ne olursa olsun vaz geçmemelidir.