kapıdan bakıyor gibiyim, birazcık beklenti içindeyim, olur da kapımın önünde belirirse, belki bir gölge...

radyoda adını bilmediğim bir şarkı, iyi geliyor, zaten neyin adını tam olarak bilebiliriz ki, her şeyi bilmek istesek neden şiir yazaydık ki. kapıdan bakmak değil mi şiir yazmak bir yönüyle, ve içerisi hakkında hükümler yürütmek. bütünlemek, çıkartmak, çekip gitmek, koşup kalmak...


aslında bunlardan bahsetmek istemiyorum. kahve içtim uzun zaman sonra. edip cansever okudum. nedense şiirlerine sinmiş bir akşam sesi vardı. duydum ya da öyle olsun istedim. aslında meyhane geçiyor bir sürü şiirinde, sokaklar, istanbul, peşkir… bunların bir önemi yok, geçiyor işte… zaman da geçiyor. en azından öyle söylüyorlar. şarkı değişti, bu sefer dilini de bilmiyorum, bir kadın sesi işte. kaydıraktan kayan çocuk gibi tedirgin, az sonra kuma düşecek ve yeniden çıkacak merdivenleri sanki. belki bir daha şarkı söylemez. parka gelmez bir daha. babası ölmüştür belki. bilmiyorum.

kapı demiştim ama sözü nereye bağlayacağımı henüz tasarlamadım. bir kapı işte ufacık, insana, mahreme bakma zevki, kışkırtıcılığı veriyor. evin içine dair, insana, hikayeye, eşyaya, bilinmeyene...bu arada evet şizofren olabilirim, hatta kesin öyleyimdir… böylece istediğim doğruları seçerim, mesela, kendimi bir şey sanabilirim. kendimi kaydırakta kayarken çocuk sanabilirim, bir bankayı bombalarken aynı anda kendimle söyleşi yapabilirim. İkna çabalarına girişirim kendimin. boğaz köprüsünün üstünde piknik yapabilirim/hangisi olduğunu söylemeyim, ama çelikten halatları var, istanbul var, şarkı söyleyebilirim.

şimdi senfoni başladı vivaldi’nin "le manor" konçertosu. bu adam da şizofren kesin…
kapıdan söz ediyordum. bir de yalnızım...