İnsanın çaresiz olduğu zamanlardan geçiyoruz. Bir yanda sınır ötesinde kaybettiğimiz yirmili yaşlarda fidan gibi gençler. Her birinin öyküsü birbirinden farklı, birbirinden acı. Diğer yandan yine sınırlarımız. Ülkemizde uzun süredir konuk ettiğimiz mülteciler. Sınırların açıldığını duyar duymaz bir sırt çantasıyla akın akın Avrupa’ya gitme hayaliyle çoluk çocuk sınırlara koştular. Bir yandan bunu fırsata çevirip haksız kazanç sağlayanlar, diğer yandan insan yanı ağır basanlar. Kucaklarında çocuklarıyla sınıra yığılan halkın geçişine engel olmaya çalışan diğer ülke.

Sorgulamadan duramıyorum. Bu ülkede konukken (mülteci demeye dilim varmıyor) hızla birkaç çocuk sahibi olmaları, o çocukları sonu belli olmayan yolculuğa çıkartmaları ne kadar doğru? Ya da o çocukların ölümlerine göz göre göre sebep olmalarını açıklamak olası değil. Bir yanım kızıyor. Ne gereği vardı bu kadar çocuk doğurmanın diye. Bir yanım kıyamıyor. Kolay mı insanların yaşadığı yeri terk etmesi diyorum. Biz görev yaptığımız yerlerden bile ayrılırken - ki eşyalarımızı, anılarımızı birlikte yüklerken kamyona içimiz nasıl sızlıyorsa, onlar bir sırt çantasına sığdırdıkları dünyaları ile gidiyorlar. Eşyasız, anısız ve korku dağları beklerken.

Diğer yandan askerlik görevini yaparken, sınır ötesinde hayatını yitirenler. Kimisine göre sayı, tane... Oysa yirmili yaşlarda onlarca genç yitip gitti bir çırpıda. Onların yaradana bir can borcu vardı erkenden ödedi. Ya geride kalanlar? Anne, baba, kardeş, eş, çocuk. Her yürekte kor gibi yanan yürek yangını.

Onlarla empati kurmaya gücüm yetmiyor. Aldığım soluktan utanır oldum. Bir türlü yürek yaram iyileşmiyor. Ben sıcak evimde otururken ,içinin sönmeyen ateşiyle yanan analar... Sınırı geçmeye çalışırken ölen bebelerine yanan analar.

Ne yana dönsem acı.
Ne yana dönsem her yerde yürek acısı.
Acının dili, dini, ırkı, rengi, mezhebi olur mu?

Acısız günlere...