Uzun süredir hayatımızı esir alan ekonomik kriz, yediğimiz içtiğimizden psikolojimize kadar her alanı, her anımızı etkiliyor. Beslenme yetersizliği yaşayan özellikle çocukların sayısında ciddi artışlar yaşanıyor. İnsanlar evlerine, çocuklarına sağlıklı besinler alamıyor. Bırakın et, tavuk, balık tüketmeyi, sebze bile büyük bir lüks haline geldi. Bir asgari ücret ile bir kişinin aylık gıda masrafı bile zor karşılanıyor. Ama insanlar bir şekilde yaşıyor değil mi? Özellikle yurt dışından tatile gelen gurbetçiler bunu sorguluyor. Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin cennet olduğunu söyleyen gurbetçiler bu yıl artık pahalılıktan şikayet etmeye başladı. Ama yine de burada yaşayan bizlerin bu pahalılıkla nasıl başa çıkıp yaşamaya devam ettiğimizi anlamlandıramadıkları için “demek ki para var” düşüncesine girdi. Aydın gibi toprağı zengin kentlerde hemen herkes evinin önündeki, köyündeki küçücük toprağa bile ufak tefek meyvesini sebzesini ekerek açığı kapatmaya çalışıyor. Büyük şehirde yaşayanlar ise kredi kartlarına yükleniyor. Hiçbirini yapamayanlar ise sağlığını kaybetme tehlikesini yaşıyor.
Türkiye en son ne zaman bu durumdaydı? En son ne zaman böyle bir yokluk yaşıyordu? Tam da bugünden 101 yıl önce. Yüz yıl önce savaşın, yok olmanın eşiğine gelmiş bir toplum iken böyle bir yokluk yaşıyordu yine.
Büyük taarruzun önemini, o günlerin ruhunu, verilen mücadeleyi hatırlatarak Malazgirt’ten başlayıp Büyük Taarruz’dan çıkıp Türklüğümüzle övünmeyi çok isterdim. Ama bugün başka bir toplum olduk. Başka nedenlerle neredeyse o günkü sorunları yaşar olduk. Atalarımızın zaferini analım elbette; bizim bugün yapamayacağımız başarılar elde ettiler. Bize bugünleri armağan ettiler. Biz de muhalefetinden iktidarına çürümüş zihniyetlere ülkemizi teslim ettik.