Hep keşkelerle yaşarız. Keşke böyle olsa, keşke şöyle olsa gibi. Hep daha iyisini hep güzelini isteriz. Olana şükretmeyiz. Elimizde olanların kıymetini de kaybedince anlarız. İnsanoğlu bu döngünün içinde döner durur. Olmayanı ister, olanı kaybedince üzülür.
Sosyal medyada dolaşırken bir hikaye ile karşılaştım. Aslında bizlerin durumunu açıklıyordu. Elinden kaçırdığımız şeylere üzüldüğümüz, olmayacak şeylere inandığımız bir çok konu tek bir kıssa da anlatılmıştı.
Bir avcı bir gün bir serçe avlar. Serçe dile gelerek; “Bana ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sorar.
Avcı; “Seni kesip yiyeceğim!”
Kuş da; “Vallahi benim ne etim lezzetlidir, ne de senin karnını doyurur! Ben sana üç şey öğreteyim, bunlar senin işine beni yemekten daha çok yarar. Bunların birincisini senin elinde iken söyleyeceğim, ikincisini karşıdaki ağaca konunca söyleyeceğim, üçüncüsünü de ilerideki tepeye varınca söyleyeceğim!”
Avcı; “Birincisini söyle öyleyse!”
Kuş: “Elinden kaçırdığın şeyler için asla hayıflanma!”
Avcı kuşu elinden bırakır ve ikincisini de söylemesini ister. Kuş ağca konar ve
“Olmayacak bir şeye sakın inanma!” der.
Sonra kuş uçup karşı tepeye konar ve şöyle der: “Ey bahtsız adam! Eğer beni kesmiş olsaydın, kursağımdan her biri yirmi miskal ağırlığında iki tane inci çıkaracaktın!”
Avcı bunları duyunca kaçırdığı fırsatlara hayıflanarak dudaklarını ısırır ve der ki:
“Hadi üçüncüyü de söyle!”
Sana söylediğim ilk iki nasihati unuttun, üçüncüsünü ben sana nasıl söyleyeyim!…
Ben sana, elinden kaçırdığın şeye sakın hayıflanma, olmayacak şeylere sakın ha inanma demedim mi? Benim etim, kanım ve tüylerim yirmi miskal ağırlığında gelmezken, nasıl olur da kursağımda her biri yirmi miskal ağırlığında iki inci bulunduğuna inanırsın.