“En derin korkumuz yetersiz olmak değil. Sınır tanımayan gücümüzü yaşamak bizi en çok korkutan şey.”
— Marianne Williamson
İnsan bazen fark eder…
Biriyle konuşurken kendini sansürlediğini, bir ortamda rol yaptığını, hayır demesi gerekirken evet dediğini…
Ve sonra içinden sessizce şu cümle dökülür:
“Ben gerçekten kendim gibi hissedemiyorum.”
Kendilik, doğduğumuzda bizimle gelen bir özdür.
Ama o öz, zamanla yerini beklentilere bırakır.
Uslu çocuk olmak, takdir edilmek, dışlanmamak, güçlü görünmek, sevilmek…
Bu arzular bizi bizden uzaklaştırmaz; ama başkalarının gözüyle yaşarken kendimizi tanıyamaz hâle getirir.
Zamanla iki ayrı benlik oluşur:
Gerçek benlik ve uyum sağlayan benlik.
Biri olmak istediğimiz kişi, diğeri olmak zorunda hissettiğimiz.
Ve en derin içsel çatışma da burada başlar:
“Ben kendim olmaya cesaret edebilir miyim?”
Çünkü kendin olmak, sadece özgürlük değil, aynı zamanda risk demektir.
Dışlanmak, eleştirilmek, anlaşılmamak, reddedilmek…
Bu korkular bilinçli değilse bile, davranışlarımızın yönünü belirleyen derin kayıtlar hâline gelir.
Bu yüzden çoğumuz, kendimizi ertelemeyi öğreniriz.
Yeri gelince susar, yeri gelince güler, yeri gelince olur gibi yaparız.
Ve sonunda hayat geçer ama biz kendi içimizde yaşanmamış kalırız.
Oysa kendin olmak, her şeyden önce kendine sadık kalmak demektir.
Ne hissettiğini anlamak, neye ihtiyacın olduğunu söylemek, neye hayır dediğini bilmek…
Bu bir görev değil; bir hatırlayıştır.
Ancak burada bir yanılgıyı da fark etmek gerekir:
Kendini tanımak, yaptığın her şeyin doğru olduğunu varsaymak değil; içsel tepkilerini anlamak, sınırlarını görmek ve farkındalıkla denge kurmaktır.
Çünkü bilinçli bir yaşam, sadece “kendin gibi olmak” değil, kendinle sorumlu şekilde temas kurmaktır.
Ve bu temas, dönüşümün gerçek zeminidir.
Peki, nasıl başlar bu hatırlayış?
Belki bir sabah aynaya daha dikkatli bakarak…
Belki bir cümleyi yutkunurken fark ederek…
Belki bir sessizliğin içinde “ben burada değilim” derken.
Ve en çok da şu soruyla:
“Ben kim olmaya çalışıyorum ve bu uğurda kim olmaktan vazgeçiyorum?”
İnsan kendini tanımadan, kendini yaşatamaz.
Ve kendini yaşamayan biri, ne kadar başarılı olursa olsun, hep eksik hisseder.
Çünkü eksik olan “bir şey” değil,
kendiliğin gölgede kalan yüzüdür.
Bir sonraki yazıda şu sorunun izini süreceğiz:
“Beni benden alan şey neydi? Ve o parçayı geri alabilir miyim?”
Çünkü insan kendini bulmaz,
kendine geri döner.