Sınavlar her ne kadar öğrenciyi belli alanlarda ölçme aracı olarak kullanılsa da toplumsal yansımaları çoğu zaman bir insanın hayattaki başarı ya da başarısızlığı olarak görülür.
Özellikle akademik sınavlar değerli olmanın, kabul edilmenin ve sevilmenin ölçütü haline gelmiştir. Bu durum, sınavın var olan yükünü daha da arttırır. Sınav kaygısı bilginin değil değerin ölçüldüğüne dair inançla pekişen psikolojik bir süreçtir. Bireyin performansını olumsuz etkileyen sınav kaygısı; stres, başarısızlık korkusu ve endişeyle birleşerek sadece sınav sürecini değil, aynı zamanda; “Ben kimim?”, “Ne kadar değerliyim?”, “Ailem beni başarısız olsam da sevecek mi?” gibi kimlik ve aidiyet sorularını da tetikler.
Başarıya fazla anlam yüklenen ailelerde bu süreç bir ölüm kalım meselesine dönüşebilir.
Her ebeveyn çocuğu için güzel bir gelecek ister; fakat bazen bu istek, farkında olmadan çocukların omuzlarına ağır bir yük olarak yansır. Sınav yaklaştıkça evin atmosferi değişir; her şey sınava girecek olan çocuğa göre şekillenir. İlgi, sevgi hatta konuşmalar bile sınav etrafında döner bu da çocuğun süreci; kendi öz değerinden çok, başarısına verilen değer olarak algılamasına sebep olur.
Her ne kadar söylemler sonuç ne olursa olsun kabul edileceği yönünde de olsa gerçeğin bu olmadığı hissedilir.
SORUMLULUĞUN AĞIR YÜKÜ
Sınav sürecinin bir yatırıma dönüşmesi de baskıyı arttırır. Özel okullar, dershaneler, özel dersler bu kadar maddi ve manevi yatırımın ortasında çocuk, yalnızca çalışmakla yükümlü olsa da zihninde ‘Bu sorumluluğun hakkını veremiyor olmak.’ gibi büyük bir yük taşır. Bu yoğun stres zamanla zihinsel kırılmalar yaşanmasına sebep olabilir. Oysa sınav sürecinin taşıyıcı kolonu gerçek bir duygusal destektir. Duygusal olarak desteklenen çocuk endişe ve korku içinde olmaz. Regüle etmekte zorlandığı duygular, ailesi tarafından kapsandığında çalışma ortamı da daha güvenli hale gelir. Güven varken bir evin atmosferi, sağlam bir binanın temeli gibidir.
Gençlerle yaptığım meslek seçimi atölyelerinde sıkça şu soruyu soruyorum; “Bilgi bir tohumsa, zihin topraktır. Bilginin kök salması için toprağın çamur olmaması gerekir. Çamurlaşmış bir toprakta tohum çürür. Sizce sizin zihninizi en çok çamurlaştıran şey nedir?” Bir atölyede hiç unutmadığım bir cevap gelmişti: “Çalışmak.” Eğer çalışmak zihni çamurlaştırıyorsa orada yanlış giden bir şeyler var demektir. Elbette toprak zaman zaman çamurlaşabilir. Ama gün içinde birkaç saatliğine bile olsa çıkan güneş, toprağı kurutmak için yeterlidir. İşte bu; ‘Toprak, su, tohum ve güneş’ koordinasyonunu sağlamak bizim görevimiz.
ZİHNİ ÇAMURLATIRAN DUYGULAR
Zihni çamurlaştıran şeyleri tahmin etmek zor değil: Kaygı, yalnızlık, kabul edilmeme korkusu, yargılanma endişesi, sınav günü dört bir yandan gelen aramalar. Biraz da güneşe odaklanalım; birlikte geçirilen bir çay saati, arkadaşlarla dolu dolu yaşanan bir gün, yarım saatlik bir egzersiz, sağlıklı bir kahvaltı, sınav telaşı olmadan erkenden uyunan bir gece, hobilerle geçirilen vakit, bir halı saha maçı, bir sinema gecesi… Alternatifleri çoğaltmak mümkün…
Unutmayalım: Sınav başarısı hayat başarısı değildir. Sınavda başarılı olamayan bir çocuk başka birçok alanlarda pekala başarılı olabilir. Bu süreçte çocuğun duygularını ifade edebilmesi için alan açmak, onu iyi hissettirmek adına alan ihlali yapmamak, sonuç ne olursa olsun ‘seni seviyoruz’u sadece söylemekle kalmayıp hissettirmek önemlidir. Bazen “Onun iyiliği için düşünüyorum” dediğimiz şey aslında; “Ben yapamadım sen yap, daha iyi bir hayatın olsun” demektir.
Bu yaklaşımda yanlış olan şey; çocuğumuz için iyi bir hayat istiyor olmak değil, çocuğun öznel gerçekliğini yadsıyor olmaktır.