Bugün okuduğum bir metinde Kierkegaard şöyle diyordu; “Kendini kandırma! Kandırmaya müsait olanların içinde en çok kendinden kork.” İnsan gerçekten kendini kandırır mı? Diyelim ki kandırır. Pekiyi, neden ?
İnsanın en temel arzusu hayatta kalmaktır. Bu, hem çok ilkel hem de çok güçlü bir dürtüdür.
Örneğin bir kaza anında, kişi direksiyonu kendi varlığını korumak adına kırar, sonrasında; “Şu tarafa kırmasaydım belki de şuan hayatta olmayacaktım” der.
Oysa o son hamle bilinçle değil içgüdüyle yapılmıştır. Bu sert bir örnek gibi görünebilir ama insan sadece fiziksel bir yok oluşla tehdit altında hissetmez. Utanç ve suçluluk duymak, hata yapmak, rezil olmak, zayıf görünmek, başarısız olarak algılanmak, yetersiz hissetmek, görünmez hissetmek, dışlanmak, sevilmemek, onaylanmamak, etiketlenmek…
Yüzlerce örnek yazabiliriz. Pekiyi fiziksel tehdit karşısında direksiyonu istemsizce kıran insan psikolojik ve duygusal varlığı tehdit altında olunca nasıl hamleler yapıyor olabilir? Belirsizlik insan zihninde dayanılması zor bir kaygı doğurur.
Bu kaygıdan kaçınmak için insan, çoğu zaman her şeyi öngörülebilir ve kontrol edilebilir hale getirmeye çalışır. Oysa hayat, insanın iradesinin çok ötesinde bir güçtür ve bu gerçek; kişiyi, kontrol ettiğini sanırken büyük bir paradoksun içine yuvarlar.
Temelde sadece güvende hissetmek isteyen insan, güven duygusunun doğrudan bağlantıda olduğu akış yerine kontrolü seçer. Gelin bu kontrol hamlelerine birlikte bakalım:
KUSURSUZLUK TAKDİR EDİLİR
Mükemmelliyetçilik: Dışarıdan her şey kusursuz görünürse eleştirilmez hatta takdir edilir. Böylece birey varlığını güvence altına almayı umar. Ancak tükenmişlik, stres ve kendi özünden uzaklaşma başlar. Yine de insan bazen kendini ‘güvende’ hissetmeyi kendi özüyle bağlantıda olmaya tercih eder.
İnsanları Memnun Etme: Ötekinin zihnini kontrol etmenin güvenli bir yolu gibi görünür.
Biri bize borçlu olduğunda, bize minnet duyduğunda güvende hissetmeyi belki de hiç hatırlamadığımız bir zamanda iliklerimize kadar öğrenmiş olabiliriz. Ayrılmaz bir parçamız gibi. Hatta bir hata yapsak dahi büyük oranda görmezden gelinebilir. Sanıyorum toplumsal açıdan en önemli manevramız bu. Hiç düşünmeden feda ediyoruz kendimizi, hiç düşünmeden çeviriyoruz direksiyonu kendi varlığımıza…
Sosyal İzolasyon: Kendimizi yetersiz hissettirecek ortamlardan, yüzleşmekten korktuğumuz aynalardan uzak durmak da bir koruma ve kontrol biçimidir. Bu insanlar en çok dış dünyanın sahteliğinden yakınır. Ama belki de en çok kendinden kaçıyordur.
ÖZ DEĞERE KIYMAK
Başarı Peşinde Koşmak: Çocukken kendi varlığımızı çoğunlukla silik hissederiz. Çocukluğumuzda izlediğimiz duvarlardan geçen Casper gibi. Sadece sınavlardan yüz aldığımızda duvarlardan geçemeyecek kadar gerçek oluruz. Takdir ediliriz. Takdir edilmeyi keşfederiz. Zihnimizde bir ampul yanar ve pedala basınca yiyecek geldiğini fark eden Skinner’in fareleri gibi, daha ‘gerçek’ hissetmek için tek çözümün daha fazla pedala basmak olduğunu zannederiz.
Peşinen Eleştirme: “Ben zaten kendimi biliyorum.” Ne kadar da erdemli bir cümle gibi duruyor. Ama bu aslında bir savunmadır. Karşıdan gelebilecek herhangi bir eleştiriyi etkisiz hale getirmek için önce kendini hırpalamak… Oysa bu, öz değerimize yapılan bir kıyımdır. Ve bu davranışı belirli periyotlarla pratik eden bir insan bir sonraki hamleye kadar toparlanıp ayağa kalkacak zamanı dahi kendine tanımayabilir.
Bu davranışları sergileyen bir insan dışarıdan bakıldığında güçlü, kontrollü ya da uyumlu görünebilir. Ancak çoğu derin bir güçsüzlüğün ve kabul edilmeyen kırılganlıkların sonucudur. Hayatla mücadele etmek yerine onunla dans etmeyi, ona kafa tutmak yerine akışa teslim olmayı öğrenmeliyiz. Böyle bir durumda; gerçekte ihtiyacımız olan birçok şeyin hayatın bize getireceğini görebiliriz…