Bugün çok önemli bir konudan bahsetmek istiyorum. Öyle bir konu ki; onu yaşayan çoğu kişi yaşadığını bile fark etmiyor. Sinsi, sessiz ve derin izler bırakan bir gerçeklik: Psikolojik şiddet!
Cinsiyeti fark etmeksizin; bir kişinin başka bir kişiyi kontrol etmek amacı ile duygusal baskı kurması, üstünlük sağlamaya çalışması ve bu yollarda ona hükmetmesi… İşte psikolojik şiddet tam da budur. Bu durum yalnızca eşler arasında değil ebeveynlerle çocuklar arasında da sıkça görülür. Örneğin bir çocuk yalnızca ailesinin istediği gibi davrandığında sevileceğine inanıyorsa onların onayını kaybettiğinde dışlanmış ya da değersiz hissediyorsa büyük ihtimalle bir duygusal zorlantı içindedir. Bu önemli konuya başka bir yazıda değinmek istiyorum. Bugün ise daha çok çiftler arasındaki psikolojik şiddeti konuşalım.
ONAYLANMAK VE KÖK AİLE
Hayata gözümüzü açtığımız andan itibaren, içerisinde büyüdüğümüz evin ve ailenin renkleri ile boyanırız. Duygusal zorlantı içinde büyüyen bir çocuk için mesele sadece “istenilen gibi davranmazsam sevilmem” değildir; zamanla bu, “istenilen gibi davranmazsam sevilmemeyi hak ederim” inancına dönüşür. Fiziksel şiddetin izleri gözle görülür; size karşı uygulanan bu şiddetin kabul edilemez olduğunu anlamak bir nebze daha mümkündür. Ancak sözlerle ya da daha ağır şekilde sessizlikle cezalandırılıyorsanız, bakışlarla kötü hissettiriliyor ve her ilişkide olur böyle şeyler diye bir kalıbın içine sıkışıp kaldıysanız; yaşadığınız şeyin bir tür şiddet olduğunu fark etmeniz sandığınızdan daha zor olabilir.
KADINLIK SABIR VE SUÇLULUK
Toplumsal roller özellikle kadınlara sabırlı ve “yuvayı yapan” kişi olma sorumluluğunu yükler. Kadın çoğu zaman kendi duygusal sınırlarının ihlal edilmesine izin vererek ilişkiyi ayakta tutmaya çalışır. Bu sorumluluğun yanına bir de; “kurtarıcı olma arzusu” eklendiğinde, kişi çoğu zaman sırtında taşıdığı yükün ne kadar ağır olduğunu fark edemez. Günün sonunda olan bitenin suçunu yine kendinde arar.
Ve çok da şaşırılmayacak şekilde şu noktaya gelebilir; ‘Bunu hak ettim!’ Ben bunu hak ettim kabulü kök ailemizin dinamiklerinden kaynaklandığında ‘hak etmediğimiz’ durumları görmekte zorlanabiliriz. Ya da çoğunlukla kendimizi suçlu olma rolünde tutabiliriz. Suçlanmak, suçlu hissetmek bizi içinden çıkılması mümkün olmayan bir döngüye sokar. Bu döngü her geçen gün bizi daha öfkeli bir insan haline getirir. Öfke her zaman bağırıp çağırmak değildir; yemeklerden sonra kıvrandıran mide ağrısı, gün aşırı tutan migren atakları, kalp çarpıntıları ve bunun gibi birçok somatik belirtiler de bastırılmış öfkenin yüzeye çıkma çabasıdır. İnsan kendine olan öfkesini ifade edemediği, içindeki sıkışıklığı yöneltecek bir kanal bulmakta zorlandığı için bir başkası aracılığıyla bu öfkeyi kendine yönlendirir. Özellikle uzun süredir devam eden ilişkilerde bu bulanıklık öylesine yoğundur ki; sınırlar kaybolmuş ve bu ilişki tarzı ilişinin kendi doğası haline gelmiştir.
İNSAN NEDEN KENDİNİ CEZALANDIRIR
Kişinin kendine olan öfkesinin en temel sebeplerinden biri, kendi değerleriyle tutarlı bir hayat yaşayamamasıdır. Bir şeyler yapmak ister ama yapamaz. Kendini ihmal eder, erteledikçe içten içe utanır, kızar, yorulur. Ne başlangıç yapabilir ne de dönüşmüş olduğu insanı kucaklayabilir. Ve o noktada insan içinde taşıdığı bu öfkeyi kendine yöneltebilmek için bir dış aynaya ihtiyaç duyar. İnsanın kendisiyle olan ilişkisi bu düzlemde sıkışıp kaldığında; psikolojik şiddet bazen bir ‘ceza’ bazen bir ‘rahatlama’ işlevi görür. Fark etmek, zor ancak dönüştürücü bir adımdır. Şiddet yalnızca fiziksel değildir; insanın duygularına, benliğine, kimliğine yapılan her türlü baskı da şiddettir. Ve hiçbir insan bunu hak ediyor olamaz. Kendisi istemediği sürece…